Fatih Cumhur Sarıkan yazdı: Futbol Sahalarımızdaki Filler!
Ajansspor köşe yazarlarından Fatih Cumhur Sarıkan, Fenerbahçe'nin Samsunspor ile berabere kaldığı maç sonrası "Futbol Sahalarımızdaki Filler!" başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Uzun soluklu üst düzey fiziksel performans, yüksek konsantrasyon, haftalar hatta aylar boyunca çalışılmış savunma ve hücum taktiklerinin disiplinle uygulanması, rakibe yönelik hazırlıklara ve belirlenen maç kadrosuna uyum, maç içinde belli bir aşamada devreye girecek özel bir oyun planının sahada maharetle sergilenmesi... Bunlar, futbolda -ve neredeyse sporun tüm branşlarında- başarı için sporcuların temel olarak yapması gerekenler. Johann Cruyff’un dediği gibi “Futbol basit bir oyundur... Zor olan onu plana bağlı kalarak ve basitçe oynamaktır!”
9 yıllık şampiyonluk hasretiyle Fenerbahçe taraftarının sabrı ve hoşgörüsü azalmış olabilir ve bu çok doğaldır; çünkü yıllardır her sezon tek hedef olarak şampiyonluk gösterilmiştir. Bu hedef için oyuncu kadrosuna ve teknik ekibe yönelik birçok kararlar alınmıştır. Bu kararların çoğu, elde edilen sonuçlara bağlı, gidişat karşısında alınan reaktif ve kısa vadeli müdahalelerle değişmiş, yarıda kalmış, bozulmuştur. Taraftarın alınan kararlarda sorumluluğu yoktur. Taraftar kulübüne bir ömür boyu bağlı, takımını tutkuyla seven -son yıllarda rakibinden tutkuyla nefret etmek de eklendi- anılarıyla gurur duyan, bunlara hep yenilerini eklemek isteyendir. Takımı için zamanını, parasını seve seve harcayandır. Taraftar, takımında en iyi oyuncuları ve teknik direktörü görmek, her maçı kazanmak ister. Ezeli rakibini unutulmaz maçlarla yenmeyi hayal eder. Her yıl şampiyonluk şarkıları söylemenin peşindedir. Taraftar kulübünün geliriyle, gideriyle, bilançosuyla, borcuyla -söylediği kadar- ilgilenmez. Takımıyla ilgili hangi gündem varsa, onun zirvesinde olmak ister. En kariyerli transferler yapılsın, maç izlenecek en güzel stad onunki olsun, takımı için en göz alıcı formalar tasarlansın ister.
Buraya kadar her şey normal. Hatta yukarıdaki paragrafta özetlediğim bakış açısı hayatı renklendirir, iç ısıtır, sıcacık gülümsetir, romanlara, filmlere konu olur... Futbolun yetki ve sorumluluk sahibi unsurları arasındaki yönetimlerin -ve özellikle medyanın- taraftar profilinin ağırlık kazanması ise durumu dengesizleştiriyor. Takımını her şeyin merkezine alırken, aynı zamanda kurumsal değerlerin, prensiplerin, veriye dayanan, akılcı, vizyoner kararların erozyonunu da göze almak... Kaynağı sağlam, hızlı ve doğru haberlerin yerine reyting/like/karşılık alacak tahminleri/yorumları/dedikoduları kamuoyu ile paylaşmak... Bunlar futbolumuzu -henüz düşmediyse pek yakında- yatağa düşürecek hastalıklar. Başka hiçbir sektörde iyi yöneticiliğin kriteri kulübünü/şirketini/kurumunu çok sevmek değildir. Hiçbir işe alım mülakatında başvuran adaya “Çocukluğunuzdan beri en çok sevdiğiniz şirket hangisi, bizimki mi?” diye sorulmaz... Çünkü sevgi, sürekli başarı getiren temel unsurlar arasında gösterilemez. Bunun yerine görev tanımına uygun bilgi, beceri, uzmanlık aranır... Yetkileri ve sorumlulukları doğru kullanacak, yeterli azme, liderliğe ve inisiyatife sahip kişilik özellikleri aranır...
Sağlam altyapı organizasyonları ile düzenli oyuncu yetiştirip satarak transfer bilançolarında kara geçmek, her yıl Avrupa Kupalarına katılmak ve elemelerin ötesinde birkaç tur atlamak, uzun vadeli pazarlama stratejileri geliştirerek küresel çapta bilinirlik ve sempati yaratmak, ticari ürün satışlarında çok büyük adetlere/cirolara ulaşmak... Bunlar gibi pek çok hedef arasında en riskli ve somut karşılığı en düşük olan lig şampiyonluğuna odaklanıp, kendini kilitleyip kırılgan hale gelmek, yol boyu yaşanabilecek her aksaklığın krize dönüşmesine yol açmak... Bunlar futbolumuzdaki hastalığın belirtileri...
Oyun ve oyuncu geliştirmek yerine, gelişmiş oyunları olan teknik direktörler ve gelişmiş -hatta bir kısmı artık fazlaca olgunlaşmış- oyuncular ithal etmek... Oyundaki eksikliklerin olası sebeplerini değil de hakem performansını, taraftar baskısını, oynamayan oyuncuları yazıp çizmek...
Taraftarlık elbette benim de hayatımı renklendiren, geçmiş anılarımla yüzümü güldüren, geleceğe dair hayaller kurduran, içinde sevgi, tutku, gurur, rekabet, dayanışma, adanmışlık, aidiyet duyguları barındıran harika bir kimlik... Yetki ve sorumluluk içeren diğer öncelikli kimliklerimizi gölgelemediği sürece!...
İngilizce’de bir deyim var: “elephant in the room” bunu “odadaki fil” olarak çevirebiliriz. Herkesin farkında olduğu ama dile getirmek istemediği açık bir sorunu ya da zor bir durumu anlatmak için kullanılıyor. Bir açıdan “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”a, bir başka açıdan “kral çıplak”a yakın sayılabilir...
Kanımca bizim sahalarımızda da antrenman yöntemleri ve kalitesi, atletizme dayalı bireysel performans, yaratıcı ve akışkan oyun filleri var... Bunlar konuşulmuyor! Bunların yerine taraftar baskısı, soyunma odası videoları, hakemler, oynayan/oynamayan transferler hakkında konuşmak daha güvenli ve sanırım daha karlı!.. İsmail Kartal’ın takımı berabere kaldıktan sonra taraftardan özür dilemesini elbette anlıyorum ama doğru bulmuyorum... Tabii İsmail Kartal güncel bir örnek olduğu için bu yazının konusu. Yoksa camiadan özürlere, atılan gollerin, alınan galibiyetlerin taraftara armağan edilmesine yıllardır alışkınız...
Lig boyunca Fenerbahçe de Galatasaray da puan kayıpları yaşayacak, bu özür dilemeyi gerektirmiyor. Oyunu ve antrenman verimliliğini gözden geçirmeyi gerektiriyor. Oyundaki ve oyuncu performansındaki eksiklerin fark edilmediğini, hatta rakibe pek de saygı duyulmadığını gösteriyor. Öyle ya, galibiyet dışında her sonuç anormal bulunuyorsa rakibe saygı bunun neresinde?..
Bakalım, en çok transfer yapan, kadroları en yaşlı, en çok gelire sahip olan, yine de en borçlu, en çok taraftara sahip, geleneksel ve sosyal medyada en çok yer kaplayan takımlarımızın aynı zamanda en çok şampiyonluk yaşayıp, yine de Avrupa’da istikrarlı bir başarı elde edememelerini ne zaman konuşmaya başlayacağız?