Futbol ve edebiyatın yolları nerede kesişiyor?
Kırmızı Pazartesi de çok sevdiğim kitaplardan biriydi ve o andan itibaren edebiyat ve futbolun nerede kesiştiği sorusuna cevap aramaya başladım. Bu yazının konusu da o soruya cevap niteliğinde.
Şilili yazar Alejandro Zambra, her hikayenin bir aidiyetlik meselesi olduğunu söyler. Buradan yola çıkarak şöyle bir yargıda bulunuyorum: Bir hikayede karakter ya bir şeye/insana/topluma ait olmak ister ya da ait olduğunu hissettiği şeylerden sonsuza değin kurtulmak, kopmak ister. Yeni bir ben inşa etme arzusu ağır basar.
Öte yandan; koronavirüs sebebiyle futbolun seyircisiz olarak oynandığı bu dönemde herkesin aklında benzer sorular var. Futbol maçları ne zaman seyirciyle oynanacak? Evet bu oyun sadece bir oyun değil, endüstri. (Sıkça kullanılan bir tabir ama öyle.)
Futbolu yönetenlerin stadyumlara seyirciyi en kısa sürede almak istemesinin sebebi ekonomik. En büyük sebep bu olsa dahi aslında edebiyatın nüvesinde bulunan o aidiyet arayışı burada da mevcut. Öyle ki Almanya'da bir taraftar maçlar seyircisiz olsa dahi takımını yalnız bırakmamak için stadyumun dışında beklemek için yol tepiyor.
Zambra, Camilo adlı öyküsünde futbol ve edebiyatın içinde ham halde bulunan aidiyet arayışına bir cevap sunar. Camilo öyküsündeki ana karakter şu ifadeleri kullanır:
"Barcelona'nın maçını seyredeceğim. Alexis kulübede. Aradan geçen onyıllar içinde, futbol bizim için bireysel bir spora dönüştü. Akbaba Rojas yüzünden sadece İtalya 90'a değil Amerika 94'e de katılamadık. Yıllar boyunca dışarıda oynayan tek tük Şililinin zaferlerine ve hayal kırıklıklarına yaslanmaktan başka çaremiz yoktu. Zamorano oradayken Madrid'li olduk, şimdi de sürdüğü kadar (eğer sürerse) Alexis'li Barça'yı tutuyoruz. Mati Fernandez'in ya da Arturo Vidal'in ya da Gary Medel'in ve öbürlerinin oynadıkları takımları tuttuk ve tutacağız."
***
1554 yılında İspanya'da bir kitap basıldı ancak yazar engizisyonun hışmına uğramamak için adını saklı tuttu. İmzasız olarak basılan bu kitap maddi ve manevi çöküntünün resmini ortaya koyuyordu. Anlatı türünün de ilk örneklerinden biri olarak kabul edilen bu kitabın adı Tormesli Lazarillo.
Bu kitaba çok benzettiğim bir futbol karşılaşması var. 21 Kasım 1973 yılında, Şili ile SSCB Estadio Nacional'de karşı karşıya gelecektir. Şili'deki diktatör rejim o stadyumu bir ölüm kampı olarak kullanmıştır, SSCB de buna karşı çıkmış karşılaşmanın Estadio Nacional'de oynanması halinde maça çıkmayacağını açıklamıştır. Neticede SSCB maça çıkmamış, Şilili futbolcular boş kaleye gol atmıştır. (Bu karşılaşmanın hikayesini daha önce yazmıştım.)
Nasıl ki Tormesli Lazarillo 16. yüzyıl İspanya'sının manevi ve maddi çöküntüsüne ışık tutmuşsa, Şili - SSCB karşılaşması da 20. yüzyıl dünyasının maddi ve manevi çöküntüsüne ışık tutmuştur.
Burada yine Alejandro Zambra'ya değinmek gerekiyor. Zambra'nın 'Eve Dönüşün Yolları' romanındaki karakterlerin yolu bir gün Estadio Nacional'e düşer:
"Ulusal Stadyum'a geliyoruz. 1973'teki en büyük tutuklama merkezi olan bu yer, benim için sadece bir futbol sahasından ibaret oldu her zaman. O sahayla ilgili anılarım ilk anılarım sadece sporla ilgili ve neşeli anılar. Claudia'nın da ilk anısı neşeli. Meksikalı komedyen Chespirito'nun bütün ekibiyle birlikte Şili'ye gelerek Ulusal Stadyum'da bir gösteri yapacağı duyurulmuş. Claudia da dört yaşındaymış, gösteriyi seyretmiş ve çok beğenmiş. Claudia uzun yıllar sonra o günün, annesiyle babası için büyük bir ıstırap olduğunu anlamış... Annesiyle babası bütün gösteri boyunca sadece ve saplantılı bir şekilde, ölenleri düşünmüş."
Her ne kadar iki örnekte de görüldüğü gibi futbol ve edebiyat, o günkü gerçeklere ışık tutup aidiyetlik arasa da temelde yolları sokakta kesişir. Çünkü bir taraftar takımını desteklemek için, bir yazar da yazmak için yola düşer. Bir futbol karşılaşmasında *Santiago Nasar'ı görür, bir kitapta ise Alexis Sanchez'e rastlarız.
*Gabriel Garcia Marquez'in Kırmızı Pazartesi kitabındaki ana karakterdir. Kırmızı Pazartesi şöyle başlıyor: "Santiago Nasar öldürüleceği günün sabahında saat altı buçukta dışarı çıktı."