Mesut Özil'den gündem yaratacak açıklamalar! Tüm merak edilenleri yanıtladı...
Hayatın boyunca “Türk müsün Alman mısın? Ne kadar Türksün, ne kadar Almansın?” diye sorulmuş ya sana... Baygınlık geçiriyor musun?
- Yok, alıştım! Ama evet, kendimi bildim bileli bana ne olduğum soruldu: “Kendini daha çok Türk gibi mi hissediyorsun yoksa Alman gibi mi? Hangi tarafın özellikleri daha ağır basıyor?
Sen ne dedin?
- Öylece suratlarına baktım. Bu toptancı anlayışı sevmiyorum. Ben sadece o ya da bu değilim, öyle ya da böyle değilim. Ben ikisiyim. Ben hepsiyim.
Peki adın Mesut değil de Matthias olsaydı, futbol hayatın küçükken Almanya’da daha mı kolay olurdu?
- Belki de... Bunu zaman zaman ben de düşündüm. 10-12 yaşlarındayken genç takımların seçmelerine katılıyordum. Topu, slalom çubuklarının arasında uçarcasına sürüyordum. Attığım şutlar, kalecinin kulaklarını sıyırıyordu. Ama buna rağmen, genç takımına seçilenler arasında hiç yer almadım. Benden iyi olmamalarına rağmen ismi hep Matthias, Markus ya da Michael olan çocuklar seçiliyormuş gibi geliyordu bana. Ama önemli olan şimdi olduğum yer. Zoru başarmak daha güzel.
Peki Almanya’da büyüyen bir Türk olmak sana neler kattı?
- Dört kardeşiz. Evde Türk kültürüyle büyüdük. Dışarıda, okulda ve futbolda ise Alman kültürüyle... Bence iki kültürü de tanımak ve içinde olmak dezavantaj değil, aksine avantaj ve büyük zenginlik.
Gerçekten Alman gibi düşünüp Türk gibi mi hissediyorsun?
- Evet. Okulda ve futbol akademisinde Alman kültürünün değerleriyle yetiştim. Evde ve ailede ise Türk kültürünün. Böyle olunca, ortaya benim gibi bir adam çıkıyor. Alman gibi düşünüp çalışan, Türk gibi hisseden...
Peki Alman gibi hissedip, Türk gibi düşünseydin ne olurdu?
- Nasıl bir adam olacağımı ancak Allah bilir!
Kitapta, anaokuluna bile gidemediğini anlatıyorsun. Annen ve babanın seni gönderecek parası olmadığı için. Ne kadar büyük bir yokluktan söz ediyoruz?
- Çok büyük bir yokluktan! Annem bir okulda temizliğe gidiyordu. Hademelik yapıyordu yani. Üstelik günde iki vardiya. İlk vardiya, saat 7.00’den 16.00’ya kadar. Sonra 19.00’dan 22.00’ye bir vardiya daha. Yine de hiç yakındığını duymadım canım annemin! Bazen etrafta kimsenin olmadığını sandığı zamanlar, çalışmaktan kamburu çıkmış sırtını tutup gerinirdi. Resmen bizim için kendini feda etti. Hayattaki tek gayesi, ailesini geçindirebilmek ve çocuklarına iyi bir gelecek verebilmek oldu. N’apsam onun hakkını ödeyemem.
Baban?
- Babamın da her kuruş için savaşması gerekiyordu. Önce bir deri fabrikasında çalıştı. Sonra bir kahvehane ve büfe işletti. Ardından bilardo salonu açtı. Sonra da Opel’e işçi olarak girdi. İşşiz kaldığı zamanlar da oldu. Bize iyi bir yaşam sunabilmek için kendisini sürekli yeniden yaratması gerekti. Çok zorluk çektik ama şükür ki birbirimize bağlı bir aileydik, hâlâ öyleyiz.
Çok başarılı olarak, çok para kazanarak hayattan intikamını mı aldın? Dünya âleme kendini mi kanıtladın?
- Yok hayır. Böyle büyük laflar edemem. Ben sadece çok sevdiğim futbolu oynadım ve mücadele ettim. Akademide oynarken, futboldan para kazanabileceğimi bilmiyordum. Başarılı olmak için top oynuyordum, para kazanmak için değil. Başarılı olup para kazanınca da aileme ve çevreme destek olmaya başladım. Bu da benim için yaşanabilecek en muhteşem duygulardan biri. Vermek, almaktan çok daha haz veren bir şey.
Futbol sayesinde sınıf atladın mı?
- Yok, ben hâlâ aynı Mesut’um! Herhangi bir sınıf atlamadım. Hayatta hiçbir zaman “Ne oldum” demem, “Ne olacağım” derim. O yüzden de hep hedeflerim vardır ve onlara ulaşmak için mücadele ederim, azimle çalışırım ve çok disiplinliyim.
İyi de senin başarıların ve kazandığın para şu anda hepimizin çenesini yoruyor! Tabii ki her kuruşunu hak etmişsindir de, kendinle ne kadar gurur duyuyorsun?
- Gurur duymuyorum, böyle şeyler düşünmüyorum. Ben kazandığım parayla aileme, arkadaşlarıma, çevreme ve yardıma ihtiyaç olan insanlara daha da faydalı olmaya çalışıyorum.
Ailen, seninle ve kardeşinle hep Türkçe konuşmuş. Bu sorun yarattı mı? Almanca öğrenmen zor oldu mu?
- Yaşadığımız sokakta, Bornstrasse’de neredeyse hiç Alman yoktu. Biz yabancılar kendi aramızda yaşıyorduk. Dört yaşıma kadar sadece Türkçe konuştum. Anaokuluna gitmediğim için de Almanca öğrenemedim.
Ne zaman Almanca konuşmaya başladın?
- İlkokulda. Ama sor nasıl öğrendim?
Nasıl öğrendin?
- Kaplumbağa hızında! Çok çok zorlandım. Gramerim de faciaydı, hatta facia ötesi! Artikel’lerin ne olduğunu öğrenmem uzun zaman aldı. Annemle babam, bizimle küçük yaştan itibaren Almanca konuşmadıkları için üzülüyorum ama onlara kızamıyorum da. Evde Türkçe konuşma kararı, kötü niyetle alınmış değildi. Onlar Türkçe konuşurken kendilerini hep daha rahat hissettiler. Komşularımızla da, arkadaşlarıyla da Türkçe konuştular. O yıllarda pek çok aile, çocuklarına ev sahibi ülkenin dilini doğru dürüst öğretmeme hatasına düştü. Ben de o yüzden şimdi başka ülkelere giden, göç eden herkese diyorum ki, nereye gittiğinizin önemi yok, gittiğiniz ülkenin dilini mutlaka öğrenin, çocuklarınıza da öğretin. İzole ve diğerlerinden ayrı bir şekilde yaşamayın. Her şeyden önemlisi: Okuyun!
Türk vatandaşlığı yerine Alman vatandaşlığını seçtin. Zorlandın mı?
- Zorlanmaz olur muyum? Öyle ayaküstü verdiğim bir karar değildi. Almanya’da doğmuş olmama rağmen başta sadece Türk pasaportum vardı. O zamanlar çifte vatandaşlık yoktu.
Peki Alman Milli Takımı’nda oynamayı seçmen çevrende nasıl karşılandı? Annen-baban ne dedi? “Evladım yapma etme, Türkiye’deki akrabalarımızın suratına nasıl bakarız” demedi mi?
- Ailem kararı bana bıraktı. Ama hepsinin görüşünü sordum ve dinledim. Sonunda Almanya için karar verdim. Annem, Türkiye için oynamamdan yanaydı. “Köklerin orası evladım” dedi. “Dedenler, ninenler Türkiye’den geldiler!” Amcam da bu görüşteydi. Bana Zonguldak’ı anlattı, oraya gittiğinde içinde kabaran duygulardan söz etti. Ama ben hiç onun gibi hissetmiyordum! 17 yaşına kadar sadece iki defa, yaz tatilinde Zonguldak’a gitmiştim. Tamam iyiydi ama evimdeymişim gibi de gelmemişti.
Baban peki? O ne dedi?
- Babam, amcama karşı çıktı. “Mesut Almanya’da doğdu. Almanya’da okula gitti. Futbol oynamayı Alman takımlarında öğrendi. Bu yüzden Almanya için oynamalı!” dedi. Abim Mutlu da babamı destekledi. Ama onun gerekçesi farklıydı. “Türkiye’nin şimdiye kadar aldığı en büyük başarı 2002 Dünya Kupası üçüncülüğü, Almanya’nın ise 1954, 1974 ve 1990’da dünya şampiyonluğu var” dedi. Kız kardeşim Neşe ise “Ben Türkiye’nin formalarını daha çok seviyorum” dedi ve gülümsedi.
Bayağı aile zirvesi olmuş...
- Evet. Sonra ben uzun uzun düşündüm ve aileme kararımı açıkladım. Alman Milli Takımı’nda oynayacaktım. Hayattaki en büyük hayalim olan üst düzey bir futbolcu olabilmek için bunu yapmam gerektiğini düşündüm.
Ve babanla Münster’deki Türkiye Başkonsolosluğu’na gidip Türk pasaportunu geri verdiniz...
- Evet. Kitapta bu kısmı detaylı anlattım. Konsolosluğa girmemizle birlikte, Türk topraklarına ayak basmış olduk! Görevli memura geliş nedenimizi söylediğimiz andan itibaren bize nefretle yaklaştı! Bizden çok sonra gelmiş insanların işi bizden önce bitti. Sonunda babam, “Sıra bize ne zaman gelecek? İsmimizin çoktan okunması gerekiyordu” diye söylendi. Görevli, “Yarın gelin. Bugün yetiştiremedim!” dedi. Ertesi gün yine gittik. Bekledik, bekledik, bekledik... Ta ki babam memurun odasını hızla açıp bağırana kadar: “Oğlum, pasaportunu geri vermeden burayı terk etmeyeceğiz!” Sesi yükselmişti. Memur, kararımızı tamamen kişisel almıştı. Sonunda işimizi zoraki olsa da yaptırabildik. İlk milli maçımdan önceki günlerde, internet sayfamı hakaretler yüzünden kapatmak zorunda kaldım. Oysa Almanya’yı seçme kararım, Türkiye’ye karşı alınmış bir karar değildi. Almanya için oynamaya karar vermiş olmam, Türkiye’yi kalbimde taşımadığım, kafamda bitirdiğim, kendimi Türkiye’ye ve Türk insanına kapadığım anlamına gelmiyordu. Ama derdimi anlatamadığım çok oldu.
Ne kadar zorlandın zirveye çıkarken?
- Hangi meslekte olursa olsun. Bence mesele, kendine güvenmek ve başarıya giden uzun yolculukta, çukurlara düşmeyi yenilgi olarak değil, tecrübe olarak kabul etmek.
Peki zirveye çıkmak mı zor, orada kalmak mı?
- İkisi de... Ama zirvede kalmak daha zor. O yüzden hep yeni hedefler belirlemek lazım. Rahata düşmemek lazım, mütevazı olup devamlı koşturmak lazım.
Gurur duyuyoruz, “Mesut Özdil, Dünya Kupası almış ilk ve tek Türk” diye... Sen neler hissediyorsun Türk medyası seni Türk olarak nitelendirince?
- Türk medyası işini bilir diyorum!
Çocukluğumda arkadaşlarımın bazıları çok güzel evlerde yaşıyordu. Bense bizim evi o kadar kötü buluyordum ki, kulübün servisine başka bir evin numarasını veriyordum.
Bizim ev yerine sokağın öbür tarafındaki o evin önünde bekliyordum. Hiç değilse, o evin camları kırık değildi.
Ama işte, daha güzel bir eve taşınmamız mümkün değildi.
Schalke’deki hocam Norbert Elgert’ten öğrendiklerim hep kulağıma küpe oldu. “Başarı için özgüvene ihtiyacın var. Ama kendini de tanıman gerekir. Bir aslan gibi güçlü hissedeceksin ama ölçüsüz ve sınırsız da olmayacaksın. Yani alçakgönüllü olacaksın!” “İyi de hem alçakgönüllü ol hem sabırsız ol diyorsun. İkisi çelişmiyor mu?” diye sordum. Gülümsedi. Ve duyduğum en güzel şeylerden birini söyledi. “Zirveye giden yolun anahtarı, sabırlı bir şekilde sabırsız olmaktır!”
José Mourinho:
Yaşamda da bir şampiyon o!
Her zaman genç oyuncu arayışında olmuşumdur. Ve Bremen’de Mesut gibi harika bir oyuncu buldum. Büyüleyici paslar verebilmek için gereken hisse ve dripling kabiliyetine sahip, asist verip kendisi de gol atabilen hırslı bir genç. Peki ama üst düzey bir takımda oynamaya hazır mıydı? Fiziksel olarak değildi. Zihinsel olarak belki. Teknik anlamda ise hiç kuşkusuz! Onu kafamdaki altın listeye eklemiştim. Daha sonra Madrid’e gittiğimde, sihirli paslar verebilecek birinin eksikliğini duyduğumu fark ettim. Yaptığımız hücumları muazzam bir şekilde açabilecek birinin eksikliğini... O zaman aklıma yine Mesut geldi. Dünya Kupası’nda, böyle büyük baskıları da kaldırabildiğini bana kanıtladığı zaman onu alma kararını verdik. Ona bir antrenör olarak bir şeyler verebildim mi? Umarım verebilmişimdir. Mesut gibi oyuncular, teknik direktörler tarafından yetiştirilmezler. Onlar o şekilde doğarlar. Bu çocuk hakkında başka ne söyleyeyim? Onu çok özlüyorum. Benim dostum o. Nereden geldiğini asla unutmayan ve oyunun insana bahşettiği zevki hiçbir zaman aklından çıkarmayan bir star. Dünya şampiyonu olmuş bir oyuncu. Bunun yanında, yaşamda da şampiyon o. Onun hikâyesinin bir parçası olduğum için gurur duyuyorum.
Türkçe mi düşünüyorsun, Almanca mı?
- Daha çok Almanca.
Rihanna nereden senin uğurun oluyor? Gerçekten onun geldiği maçları kazanıyor musunuz?
- Dünya Kupası finalinde de vardı. O yüzden uğur getirdiğini yazdım.
Ronaldo ile aynı takımda oynamak nasıl bir ayrıcalık?
- İnanılmaz bir futbolcu. Devamlı hırslı, mücadele eden ve kendini geliştiren biri. Üç sene beraber top koşturduk Madrid’de.
Gençler, bu kitaptan en çok ne öğrensin istersin?
- Her zaman kendilerine güvensinler. Ne olursa olsun, kim ne derse desin hayallerinin peşinde koşmaya devam etsinler. Zoru başarmak güzeldir. Sabırlı olmak çok önemli. Sabırlı bir
Angela Merkel ile tanışman nasıl oldu?
- Güzel bir duyguydu. Sohbet ettik biraz futbol üzerine. Başka büyük devlet büyükleriyle de ilişkilerim var. Ama bu bende saklı kalsın!
Aldığın parayı ne yapıyorsun? Nelere yatırıyorsun?
- Değişik yatırımlarım var ama bunlar hakkında konuşmayı pek sevmiyorum.
Peki itiraz edemeyeceğin bir soru: Dünya Kupası’nı kaldırmak nasıl bir duyguydu?
- Bugüne kadar kariyerimde yaşadığım en güzel duygu! İnanılmazdı! Bunun üstü yok futbolda! Bunu başardığım için çok çok mutluyum.
Türk futbolunu-futbolcusunu nasıl buluyorsun? Bir Türk takımında oynamayı düşünür müsün?
- Türk futbolunu tabii ki vakit buldukça televizyondan takip ediyorum. Türkiye’de inanılmaz yetenekler var.
Kimleri beğeniyorsun?
- Trabzonspor’da oynayan Yusuf Yazıcı ve Abdülkadir Ömür, inanılmaz yetenekli futbolcular. Yusuf Yazıcı müthiş bir 10 numara! İkimizin de aynı özelliklere sahip olduğumuzu düşünüyorum onu izlediğimde. Sol ayak, 10 numara, ara pasları müthiş ve çok soğukkanlı. Yusuf’u bir gün Avrupa’nın büyük kulüplerinde göreceğiz inşallah.
Kendine örnek aldığın futbolcular, teknik adamlar kimler?
- Kesinlikle Zidane!
Mourinho’yu acayip anlatmışsın kitapta... Ondan öğrendiğin en önemli şey ne?
- O kadar çok ki, bu röportaja sığmaz.
Niye seni sürekli azarlıyor?
- Beni daha iyi yerlere getirmek için. Daha iyi olmamı istiyordu.
Kitabın başına acayip bir övgü yazısı yazmış seninle ilgili. Ama daha ilk bölümde, seni ne kadar yerin dibine batırdığını anlatıyorsun...
- Evet gerekirse kızar ama hep çok sever. İnanılmaz bir ilişkimiz vardı kendisiyle ve hâlâ öyle...
HAYATIMIN AZARI
(…) Devre arasında on dakika geçti bile. Ama Mourinho’nun azarı hâlâ bitmedi. Bu kadar yeter artık! “Ne istiyorsun ya benden?” diye çıkışıyorum yüksek sesle. “Oynayabildiğin kadar iyi oynamanı istiyorum” diye bağırıyor. “Bir erkek gibi ikili mücadelelere girmeni istiyorum. Senin ikili mücadelelerin nasıl görünüyor, biliyor musun? Dur, göstereyim.” Derken Mourinho, ayak parmaklarının ucunda yükseliyor, kollarını vücuduna yapıştırıyor, dudaklarını büzüştürüyor ve soyunma odasının içinde oradan oraya hopluyor.
“İkili mücadelelere böyle giriyorsun iste. Aman canım acımasın. Üstüm kirlenmesin de gerisi önemli değil” diye bağırıyor. Bir yandan da Özil parodisine
devam ediyor. Tansiyonu gittikçe artırıyor. Nabzı 180 falan herhalde. Benimki kesin 200. Sonra sabrım gerçekten tükeniyor. Artık kendimi tutamıyorum, tutmak da istemiyorum. “Bu kadar harikaysan kendin oyna!” diye bağırıyorum ve formamı çıkarıp ayaklarının önüne fırlatıyorum.
Mourinho kötü kötü gülüyor sadece. “Ah, pes mi ediyorsun yani?” diye soruyor. “O kadar korkaksın ki” diyor keskin bir sesle. “Ne istiyorsun? Güzel, sıcak bir dusun altına girmek mi? Saçlarını şampuanlamak mı? Yalnız kalmak mı? Yoksa takım arkadaşlarına, dışarıdaki taraftarlara ve bana neler yapabileceğini kanıtlamak mı?” Mourinho artık çok sakin konuşuyor.
Bu beni daha da kızdırıyor. Ben tümden çıldırmanın eşiğindeyken bu adam simdi nasıl kendini tutabiliyor? O kadar kızgınım ki. İçimden ayakkabılarımı kafasına fırlatmak geliyor. Buna bir son versin, beni rahat bıraksın istiyorum. “Sana bir şey diyeyim mi Mesut?” diyor Mourinho, sesini yine herkesin duyabilecegi sekilde yükselterek. “Ağla hadi! Zırla bakalım! Bebeksin sen. Duşa git. Sana ihtiyacımız yok.” Yavaşça yerimden kalkıyorum, kramponlarımı çıkarıyorum, havlumu alıyorum. Arkamdan son bir kıskırtıcı laf daha savuruyor. “Sen Zinédine Zidane degilsin. Asla! Hiçbir zaman! Sen onun yanına bile yaklaşamazsın.” Boğazım düğümleniyor. Bu son sözleri kalbime bıçak gibi saplanıyor…
Takım yeniden sahada. Benim yerime oyuna Kaká girecek. Pepe ve Ronaldo ikinci yarıda Deportivo’ya karsı skoru 5-1’e getiriyorlar. Bense o sırada düşüncelerde kaybolmuş bir halde duşun altındayım. Daha önce hiçbir antrenörden böyle azar işitmemiştim. Mourinho, bu büyük antrenör beni neden böyle gülünç bir duruma soktu? Bana ne demek istedi?
HAMİŞ: Mesut Özil’e nişanlısı Amine Gülşe ile ilgili sorular da sordum. Ancak hiçbirini yanıtlamadı. Oyuncu ve model Amine Gülşe, (24) Türk kökenli İsveç vatandaşı. 2014 Türkiye güzeli.