Muhabirliğin ölümü
Gazeteciliğin, haberciliğin, muhabirliğin filan öldüğünü söylemenin ilginç bir yanı yok. Evet, öyle ama bunun nedenleriyle ilgili olarak konuşulması gereken konular var.
Gazeteciliğin ölümüyle ilgili olarak siyasi baskılar, ekonomik sıkıntılar ve sosyal medyanın gelişmesi gibisinden yığınla mazeret söylenebilir. Söyleniyor da. Bunların hepsi belli ölçüde doğru ve geçerlidir. Ancak örneğin digital yayıncılığın, kağıda basılı gazeteyi öldürdüğüne ilişkin görüşe katılabilmek mümkün değil. Bugün Japonya’da 10 milyondan fazla satan 1, 5 milyon civarında satan 3 gazete var. Digital konusunda Japonya ile yarışabilecek kaç ülke var dünyada? Doğru-dürüst gazetecilik yapılabilirse kağıda basılı olan da yeterince satıyor. ABD’den, Almanya’dan, İngiltere’den, Fransa’dan, Çin’den, Güney Kore’den yığınla örnek verilebilir. (Merak edenler hemen dünyada en çok satan 100 gazete diye Google’dan görebilir.)
Pazar günü akşamüzeri tv izliyorum. Bir kanalda genç spor muhabiri arkadaşım Beşiktaş kulübünün genel kuruluyla ilgili gelişmeleri aktarıyor. O sırada sandıklar kapanmış ve sayım başlamış. Arkadaşım da haliyle seçimi hangi adayın kazanabileceği yolunda değerlendirmelerde bulunuyor. Şu tahminini defalarca yineliyor:
Ahmet Nur Çebi ile Serdal Adalı kesinlikle başabaş görünüyor. Çekişme son sandıklara kadar sürecek ve kazanan taraf en fazla 250-300 oy fark yapabilecek…
Başka kanalları da çabucak gezmeye çalışıyorum; aşağı-yukarı aynı şeyler söyleniyor. Niye böyle olduğunu da biliyorum; muhabir arkadaşlar bununla ilgili gerekli çabayı göstererek gerçeğe ulaşmaya çalışmak yerine birbirleriyle sohbet ederek genel kurulun nabzını tuttuklarını sanıyor. Böylece hem kendilerini hem bizi aldatıyorlar.
Sonuçta belki de bugüne kadar Beşiktaş kulübünün tarihinde 3 adaylı bir seçimde en büyük fark ortaya çıkıyor. Son sandıklara kadar başabaş gider denilen adaylardan biri ötekine 2 000’in üzerinde fark atıyor… Böyle bir durumda, sağlıklı işleyen kuruluşlarda o işi yapan kişinin işine derhal son verilir. Çünkü saatlerce izleyicinin karşısında ipe-sapa gelmez sözler etmiş oluyor o muhabir. Bu nedenle de çalıştığı kuruluşun itibarını sarsıyor, bunun da bir sonucu olur elbet.
Üstelik 8 644 üyenin katılımıyla rekor kırılan bir genel kuruldan yığınla haber çıkarmak gerekir. Camianın önde gelen kişileri, renkli insanları, listelerde bulunan yönetici adayları, geçmiş genel kurullarla kıyaslamalar gibisinden dünya kadar haber ve röportaj yapılabilirdi. Bunların hemen hiçbirini göremedik. Sürekli olarak ortalama birtakım laflarla genel kurul geçiştirildi, hemen hiçbir özel çaba ortaya konulamadı. Bu kadar yetersizlik de açık bir skandaldı. Kimsenin kılı kıpırdamadı.
Bu ilk kez yaşanan bir meslek skandalı değil, daha önce Fenerbahçe’de daha büyüğü ortaya çıktı, kimsenin kılı kıpırdamadı. Aziz Yıldırım-Ali Koç arasındaki seçimin de çok çekişmeli geçeceğini ve kılpayı Aziz Yıldırım’ın kazanacağı hemen bütün muhabir arkadaşlar tarafından söylendi. 16’ya 4 gibi korkunç bir yanılgı ortaya çıktığında hepsinin işlerinden olmaları gerekirdi. ‘Demek ki siz bu işi doğru-dürüst izlemiyor, kendi ürettiğiniz palavraları haber diye yutturmaya çalışarak çalıştığınız kurumu utanılacak durumlara düşürüyorsunuz.’ Gerekçe budur.
Galatasaray’da da durum farklı sayılmaz. Her genel kurul ortamında haber bulamayan beceriksiz muhabirler ‘derin Galatasaray’ ve ‘İnan Kıraç’ın yaptıkları’ türünden palavralarla hem kendi yayın kuruluşlarını yanıltıyor hem de onların seslendiği yığınlara haber vermeyip masal anlatıyor.
Bitmedi, 2020 Olimpiyat Oyunlarının hangi kente ve Avrupa Şampiyonasının hangi ülkeye verileceği yolundaki muhabirlik çalışmaları da tam bir fiyasko idi. Üstelik oralarda çok daha deneyimli muhabir ve yorumcular sahnedeydi. Hemen hepsi olimpiyat oyunlarının Tokyo’ya değil de İstanbul’a verileceğini ileri sürdü. Avrupa Şampiyonası için de aynı durum sözkonusuydu. 12’ye 4 gibi feci bir sonuç ortaya çıktığında da kimse oralı olmadı!
Yorumcular da farklı durumda değil ama onları sonraya bırakalım. İlk 4 sandık açılmış, kulüp üyesi olanı dahil bir yığın yorumcu hala ortalama laflarla vaziyeti idare etmeğe çalışıyor. Efendim, son sandıklara kadar çekişme sürermiş de, arada fazla bir fark olmazmış da, bilmem neymiş… Gerçekten bu kadar uzak kişiler, bir yandan da camianın nabzını tuttukları yolundaki iddialardan vazgeçmiyorlar. Daha da neler!
Japonya’da ve başka ülkelerde işlerini bu kadar kötü yapan insanların başlarına neler geleceğini kolaylıkla tahmin edebiliriz. Medya kuruluşları hayır kurumu değil, her biri ticari müesseseler. Ayakta kalabilmeleri için para kazanmaları gerekiyor. Parayı da iyi haberler, sağlam yorumlar yaparak kazanmak mümkün. Başka türlü durum bugünkü gibi oluyor.
Hiçbir arkadaşımın işini kaybetmesini istemem. Bundan hiçbir çıkarım yok. Tam tersine işsiz kalan arkadaşların dert yandığı kişilerden biri olarak kendi sıkıntımı artırmış olurum. Ancak işlerini bu kadar kötü yapan kişiler başka mesleklerde 1 gün bile barınamaz! Bizim meslekte artık toplu bir ölüm hali yaşandığı için kimse böyle şeylere kulak asmıyor. O zaman da işini kötü yapan arkadaşlarımız değil onların ekmeklerini kazandığı kuruluşlar kaybediyor.