Will Clyburn'ü tanımak ister misiniz?
Doğduğu şehir Detroit’teki Romulus Lisesi’nden mezun olduğunda Will Clyburn’ün boyu “neredeyse” 1.90, sayı ortalaması “neredeyse” 10’du. Sekiz yıl sonra, Spor Toto Basketbol Süper Ligi takipçileriyle tanıştığında ise tablo tamamen değişmiş durumda. Clyburn artık Avrupa'nın önde gelen kulüplerinin genel menajerleri tarafından, kıtanın “neredeyse” en iyi forveti addediliyor.
Clyburn'ün bu ilham verici yolculuğundaki köşe taşlarını saptamak, ona karşısına çıkan özel koçlarla (ve bunlardan sonuncusu olan David Blatt’le) kurduğu ilişkileri sormak için Volkswagen Arena’yı ziyaret etmeye karar verdik.
Darüşşafaka Doğuş’u üç kulvarda bekleyen yoğun takvimden önce BEST Balıkesir deplasmanında kadroya alınmayan ve böylece bir nefeslenme şansı bulan Clyburn, sezonun ilk devresinde forma giydiği 13 maçta ortalama 25 dakika süre aldı; 10.6 sayı, 5.1 ribaund, 1.4 asist istatistikleriyle takımının enerji merkezlerinden biri oldu. Spor Toto All-Star 2017’de basketbolseverlerin oylarıyla Avrupa Karması’nın ilk beşine yerleştiğini de düşünecek olursak, herkes Clyburn’ün sahada yaptıklarından keyif alıyor gibi... Onunla yan yana gelip ne kadar pozitif bir karakter olduğunu gördüğünüzde, siz de çekim alanına giriyorsunuz ve her şey yerli yerine oturuyor.
Sezonun ilk devresini 11 galibiyet, 4 mağlubiyetle geride bırakıyorsunuz. Yeni bir araya gelmiş bir kadro ve ilk sezonunu geçiren bir koç için bu iyi bir derece şüphesiz. Öte yandan tüm mağlubiyetler sizinle birlikte ligin zirvesini zorlayan, play-off'taki olası rakiplerinize karşı geldi. Bu kötü bir işaret mi?
Kaybettiğimiz bazı maçlar bizim hatamızdı, bazıları ise rakip takımın o gün muhteşem bir maç çıkarmasıyla ilgiliydi. Örneğin uzatmaya giden Banvit maçını ele alalım; özellikle iki oyuncuları gerçekten olağanüstü oynadı ve sonuçta zor bir deplasmandan yenilgiyle döndük. [Üç sayı çizgisinin gerisinden 10/18 isabet çıkarıp toplamda 54 sayı bulan Jordan Theodore & Can Maxim Mutaf ikilisini kastediyor.] Ama sezon içinde bazen böyle günler olacaktır. Her maçı kazanmayı bekleyerek yola çıkamazsınız. Bazen işlerin rakibinizin lehine gelişmesi kaçınılmazdır.
Bir başka zor deplasmanda, Beşiktaş Sompo Japan önünde ise rakibinizin boyalı alan üretimine cevap veremediniz. Bu, özellikle sezonun ilk bölümünde, Darüşşafaka Doğuş maçlarında sık rastladığımız bir senaryoydu. Vladimir Stimac tipi uzunları durdurmakta hep sıkıntı yaşadınız.
Doğru, Stimac bize karşı çok iyi bir günündeydi. Ama dediğim gibi, hiçbir maçta kolay teslim olmadık. Kaybetmemiz için hep rakip takımdan birilerinin olağanüstü bir maç çıkarması gerekti. Banvit ve Beşiktaş Sompo Japan maçlarında bunu yaşadık.
Pota altı konusuna gelince, uzunlarımızın sakatlık problemleri yaşadığını da hesaba katmak gerek. Elbette bu bir bahane değil ama sezon başında bizi zorlayan bir durum olduğu da açık...
Ante’nin burada olmasından hepimiz çok memnunuz. Genç, maça büyük bir enerji getiriyor ve her an oyunun içinde.
Will Clyburn
Ante Zizic bu anlamda önemli bir transfer mi sence de?
Kesinlikle! Ante’nin burada olmasından hepimiz çok memnunuz. Bize çok yardımcı oluyor – genç, maça büyük bir enerji getiriyor ve her an oyunun içinde. Ante’nin katkısı önemli ama takım hâlinde de her gün ileriye gidiyoruz, eksikliklerimizi gideriyoruz. Sezon başında Bandırma’da ve Akatlar’da kaybeden takıma bakıyorum, bir de bugünkü takıma bakıyorum... İkisinin aynı takım olduğunu söylemek güç.
Clyburn, seyircilerin oylarıyla All-Star'daki yerini aldı © Mahmut Cinci
Euroleague’de de şu an için play-off resminin içindesiniz. Kariyerinin ilk Euroleague sezonunda, daha ilk günden maç sonlarında belirleyici isim olmaya başladın. Bazen seni izlerken, sahada yanlış karar vermen mümkün değilmiş gibi geliyor. Koç Blatt de aynı hisleri taşıyor anlaşılan...
Ben ve kardeşim Kris, basketbolu babamızdan öğrendik. Onun bize daha çok küçük yaşlarda verdiği bir nasihat vardı: “Skorunuza fazla güvenmeyin, sahada takımınıza yardım etmenin başka yollarını bulun.”
Buraya geldiğimde Koç Blatt de bana tam olarak aynı şeyi söyledi. Dediğin gibi, maçın kritik anlarında doğru kararı verebilmelisin. Ne kadar yetenekli olursan ol, şut atmak her zaman doğru karar değildir. O gün skor üretemiyorsam, savunmada daha etkili olmanın, ribaundlarda takıma destek olmanın yollarını ararım. Bu da profesyonel kariyerimde şimdiye kadar bana çok yardımcı oldu. Özellikle de Avrupa’da...
Babanız William Clyburn’den görevi devralanlar arasında da işinin ehli isimler vardı. Ben bu özel koçlardan bilhassa üçüne –seni son kolej sezonunu oynamak için Iowa State kampüsüne davet eden Fred Hoiberg, Avrupa’daki ilk koçun Thorsten Leibenath ve şu anda birlikte çalıştığın David Blatt’e– ayrı bir parantez açmak istiyorum. Bence bu üç basketbol dehasını birleştiren nokta, oyuncularının sahada maksimumlarını verebilmeleri için sistemlerine küçük dokunuşlar yapmaktan, hatta bazen A planlarını külliyen değiştirmekten çekinmemeleri... Bu görüşe katılır mısın?
Koçlarımı karşılaştırmak benim için çok zor. Aslında üçünün de farklı birer tarzı olduğunu düşünüyorum. Söyleyebileceğim tek şey, Koç Blatt’in de Fred gibi bir “oyuncu koçu” olduğu. Her ikisi de işlerini yaparken oyuncularını ön planda tutuyor. Bunun da sana saha içinde paha biçilmez yardımları dokunuyor – özellikle de özgüven anlamında. Thorsten için de aynı şeyi söyleyebiliriz aslında; bunu diğerlerinden farklı bir biçimde yapıyor ama o da kesinlikle bir oyuncu koçu.
Bu üç koçun karşıma çıkmış olması benim için büyük bir lütuf, zira her biri oyunumu belli açılardan geliştirmemde bana yardımcı oldu. Eğer onlar bana gideceğim yönü işaret etmemiş olsaydı, şu anda olduğum oyuncuya dönüşebileceğimi hiç zannetmiyorum. Benim için sahneyi hazırladılar... Sadece Hoiberg, Leibenath ve Blatt de değil, gerçekten kariyerim boyunca karşıma çıkan her koçtan bir şeyler öğrendim.
Eğer onlar bana gideceğim yönü işaret etmemiş olsaydı, şu anda olduğum oyuncuya dönüşebileceğimi hiç zannetmiyorum. Benim için sahneyi hazırladılar...
NCAA’de katı kuralları olan bazı koçlarla da karşılaşabiliyorsun, bu da oyuncu gelişimi için en önemli yıllarda geriye gitmene yol açabiliyor. Hoiberg’ün ise daha göreve geldiği ilk gün, atletik direktörüne şöyle dediğini biliyorum: “Bana 1, 3 ya da 5 numara bulmanı istemiyorum, senden sadece basketbolcular istiyorum.” Bu ‘pozisyonsuz’ basketbol anlayışı ve deneysel yaklaşım, senin için nasıl bir tecrübeydi?
Söylemeye bile gerek yok, Fred’in şemalarla arası her zaman çok iyi olmuştur. Bence işin hücum tarafından söz ediyorsak, günümüz basketbolunun en parlak zihinlerinden biri. Bu da onun takımında oynamayı çok eğlenceli kılıyor. Çok yüksek bir tempoda oynuyorsunuz, top çok sık gidip geliyor. Ve bu da biz oyuncular için, ortalama bir maçtan daha fazla şut imkânı demek! Bu tecrübenin benim için en güzel tarafı buydu sanırım.
2011’de Utah’taki koçun Jim Boylen’ın kovulması üzerine Iowa State’e geçtin ama yalnız değildin. Hoiberg, ilk başantrenörlük deneyiminde sıra dışı bir yola gidip takımı transferler üzerine kurmuştu...
Evet, kampüse dışarıdan birçok üniversite öğrencisi getirdi. Yolunu kaybetmek üzere olan bir sürü genç adama ikinci şans verdi, bunlar arasında Royce White da vardı. Kural gereği bir seneyi oynamadan geçirmek zorundaydık ve bu “redshirt” sezonunda takımla birlikte deplasmanlara gitmemiz yasaktı. Ama yine de o maçları izlemek için toplanırdık. Ve maçı sadece bir kez izlemezdik, bütün pozisyonları tekrar tekrar geri sarıp notlar alırdık. Antrenmanda da bunları takım arkadaşlarımızla paylaşırdık. Fred bize bu yüzden şöyle bir isim takmıştı: “Amerika’nın En İyi Scouting Takımı.”
Bana önemli bir fırsat sundu. The Mayor’ı [Fred Hoiberg’ün “Belediye Başkanı” anlamına gelen lakabı] hiç kimseyle kıyaslayamam. Onun bana sunduğu fırsat sayesinde, bugün David Blatt gibi bir diğer özel koçun takımında oynayabiliyorum.
Kolej kariyerine gözlerden uzakta, iki yıllık bir okul olan Marshalltown Community College’da başladın. Oradayken de bugünleri hayal edebiliyor muydun?
Marshalltown da benim için bir fırsattı. Doğrusu oraya gittiğimde elimde hiçbir şey yoktu. Bana basketbol bursu verdiler, ben de para ödemeden okula gidebileceğim için mutlu oldum. Dediğin gibi gözlerden uzakta, basketbol otoritelerinin radarının dışındaydım. Ama her şeye burada başlayabilirdim, bunu bir şans olarak gördüm ve olabildiğince iyi kullanmak adına her şeyi yaptım. Oradaki koçumu [Brynjar Brynjarsson] da bugün ailemden biri gibi görüyorum, hâlâ görüşmeyi sürdürüyoruz. Hayatımda verdiğim en iyi kararlardan biriydi Marshalltown’a gitmek.
Doğrusu Marshalltown'a gittiğimde elimde hiçbir şey yoktu. Bana basketbol bursu verdiler, ben de para ödemeden okula gidebileceğim için mutlu oldum.
NBA’e bir oyuncu göndermek, Marshalltown tarihinin en büyük başarısı olurdu sanırım. Böyle bir hedefin var mı?
NBA hâlâ bir rüya. Karşıma böyle bir fırsat çıkarsa, elbette şansımı denerim. Ama şu anda benim için sadece Darüşşafaka Doğuş var, tamamıyla burada başaracaklarıma odaklandım.
Sizin gibi Euroleague takımları için bu sezon Avrupa’daki fikstürün de NBA’den pek bir farkı kalmadı. Haftada üç maç oynamaktan şikâyetçi misin, yoksa iyi tarafından mı bakıyorsun? Örneğin, 40 dakika hiç kenara gelmediğin bir Panathinaikos maçı var...
Hiç önemli değil. Bence herkes bu seneki durumdan keyif alıyor. Hangi oyuncu sürekli maç oynamayı istemez ki? Tamam, bazen antrenman da yapalım ama...
Rekabetçi olmanın doğasında bu da var; her zaman antrenman yerine maç yapmayı tercih edersin.
Röportaj: Cem Pekdoğru